Cennetten Kovulanlar

-
Aa
+
a
a
a

The Guardian

5 Ağustos 2003

 

Hiç şüphesiz, gerçeklikten kaçışın en arsız, yüzsüz, utanmazca tablolarından biridir bu. John Constable’ın 1826’da tamamlanan ve şimdi National Gallery’deki “Cennet” başlıklı yeni sergide sergilenen “Mısır Tarlası” adlı tablosu, İngiltere’de arazi kapatma hareketinin doruğunda resmettiği şey, lekesiz bir doğa uyumunu çağrıştırıyor.

 

Tam da köylü halkın topraklarından sürüklene sürüklene çıkarılıp atıldığı, ürünlerinin mahvedildiği, evlerinin yerle bir edildiği, karşı çıkanların ya sürgüne gönderildiği ya da asıldığı bir dönemde ressam Constable, nihaî  İngiliz cennet çayırlarını şapkasından çıkarıveriyor. Bir çoban köpeği buyruğundaki koyun sürüsünü bir Ağustos gününün derin gölgeliklerine doğru gütmekte. Yanaklarından kan damlayan bir köylü çocuğu pırıltılar saçan bir dereden kana kana su içerken, merkebi de onun arkasında sessiz sâkin bekleşmekte. Arka planda, ulu karaağaçların arasında, başlarında şapkaları, boyunlarında mendilleriyle çiftçiler bir buğday tarlasında harıl harıl çalışmakta. Onların ötesinde, daha da uzaklarda bir ırmak, zümrüt çayırların arasından ışıltılarla akıp gitmekte. Ağaçların içinden beliriveren bir kilise, memnun mesut yaşayıp giden yerli halkı ve onun öteki cennetini kutsamakta.

 

Bir kır cehenneminin ortalık yerinde Constable kendi cennetini icat ediyor. Gözleri kör edecek kadar parlak bir yalan bu ve galerinin sergi için hazırladığı broşürde şu cümleyi okumak bizi hiç şaşırtmamalı doğrusu: “Bu, ülkenin en sevilen tablolarından biridir, sayısız röprodüksiyonu yapılmıştır ve bunlar binlerce evin duvarlarını süslemektedir. Şaşırmamalıyız, çünkü Constable’ın yaptığı, insanların daima yaptığı ve bugün de yapmaya devam ettiği şeyin ta kendisi. Dehşet verici şeylerle karşılaştığımızda, bir düşüş-öncesi mucizesi yaratırız kendimize. İster gerçek olsun, isterse hayalî, kendi Cennet Bahçelerimizi kurarız -- başkalarının cehenneminden.

Serginin zamanlaması gayet iyi; çünkü, evlerimizden ayrılıp cennetin peşinde koştuğumuz tatil mevsimine denk geldi. Biz bunu yaparken, başkalarını sefilleştiriyoruz. Kendi dinginliğimizi ararken başkalarının hayatını doldurduğumuz gürültüden bahsetmiyorum

 Constable'ın "Mısır Tarlası"(Detaylı görüntülemek için tıklatınız)

yalnızca. Olanca masumiyetimiz veçıplaklığımızla içinde gönül eğleyeceğimiz bir Cennet yaratabilmek için, öncelikle bu cennetin sakinlerini gözümüzün önünden çekmeleri için birtakım insanları görevlendirmemiz gerek. Constable gibi biz de bu gerçeği kendimizden gizlemekte çok mahiriz.

 

California’daki Yosemite vadisi Abraham Lincoln tarafından dünyanın ilk kamusal yabanî doğa alanı olarak ayrılmıştı.Tarihçi Simon Schama’nın yazdığı gibi: “Zümrüt yeşili otlarla kaplı harikulade zemini, buranın ilk hayranlarına el değmemiş bir Cennet’i çağrıştırmıştı; ama aslında burası onun ilk sâkinleri olan Ahwahneechee Kızılderililerinin düzenli yangınlarla temizleyerek alan açması sonucunda oluşmuştu.” Vadiye ilk giren beyazlarsa, o kızılderilileri öldürmek için gönderilmiş askerlerdi. Cennet, böylece, kitab-ı mukaddes hikâyesinin tersyüz edilmiş haliyle, insanın oradan kovulması sonucu yaratılmıştı. Oraya yerleşen kolonistler Ahwahneechee’lerin kontrollü habitatını vahşi doğa diye yeniden tanımladılar ki, onun üzerinde hem dünyevî, hem de ruhanî bir egemenlik kurabilsinler.

 

Sökülüp atılanlar

 

Yani, Amerika’nın Cennet Bahçeleri, aslında onun Kenaneli idi; süt ve bal diyarı: İstilâcıların o mülk üzerinde anadan doğma bir mülkiyet hakkı iddia edebilmeleri için önce oranın yerli halkını ortadan kaldırmaları gerekiyordu. Hazreti Musa’nın terra nullius öğretisi (yani, sâkinlerin oturdukları topraklar üzerinde hukuken bir hakka sahip olmamaları), “Rab’bin seçilmiş halkının Moab ovasının her köşesini kılıçtan geçirmesine ve Şet’in bütün çocuklarını ortadan kaldırması”na  icazet veriyordu ve bu öğreti, dünyanın her yanında gaspçıların temel âmentüsü haline geldi. Öğreti, günümüz İsraili’nde arazi gasplarına da esin kaynağı olmayı sürdürüyor ve son olarak kendini bir duvarla çevrilmiş bir bahçeye dönüştürmenin peşinde koşuyor; yine aynı öğreti, dünya turizm endüstrisinin esas dayanağını oluşturan arazi istimlâklerine ışık tutmaya da devam ediyor.

 

20. yüzyılın ikinci yarısında, uluslararası taşımacılığın maliyeti düşünce, hükûmetler de, yoksulların topraklarından zenginler için bir cennet yaratmakta güçlü bir mâlî müşevvik bulunduğunu keşfettiler. Bütün doğu ve güney Afrika’da göçebelerin ve avcı-toplayıcı toplulukların en verimli toprakları ezelden beri gelen “yabanî doğa” olarak ilân edildi. Buraların sâkinleri dışarı atıldı; yalnızca parasını verebilecek olanların cennete girmesine izin vardı.

 

Kenya turizm bakanlığının web sitesinde “Yabaneller” (“Wilderness”) başlığı altında Masai Mara rezervasyonu hakkında bilgi edinebilirsiniz. Sitede yazılanlara göre yerli halk, yani Masailer “kendilerini, bu topraklardaki hayatın bir parçası olarak hissettikleri gibi, toprak da onların hayatının bir parçasıdır. Geleneksel olarak Masailer nadiren avlanırlar ve yaban hayatın yanıbaşında uyum içinde yaşamak onların inançlarının önemli bir parçasını oluşturur.” Web sitesinde bize söylenmeyen şey ise Masailerin, yaban hayatı ile uyum halinde yaşadıkları “yabanî doğa”dan sökülüp atıldıklarıdır. Çünkü turistler onları oralarda görmeyi beklemiyorlardı.

 Paul Gauguin, "Tapınak"

 

Botswana hükûmeti Gana ve Gwi buşmanlarını orta Kalahari av rezervasyonlarından kovma işlemini daha yeni tamamladı. Bunun gerekçesi, bu halkların avcılık ve toplayıcılık faaliyetlerinin artık “tarihte kalmış” birşey olması ve varlıklarının da “doğal hayat kaynaklarını koruma” amacıyla artık bağdaşmamasıydı.

 

Survival International adlı sivil kuruluşun ortaya koyduğu gibi, bu insanlardan kurtulmak için hükûmet onların su kaynaklarını kesti, onları vergiye bağladı, onlara cezalar kesti, onları dövdü ve işkenceden geçirdi. Buşmanlar bu topraklarda aşağı yukarı 20 bin yıldır yaşıyorlar. Yaban hayatını tehdit edenler de onlar değil; ama, elmas çıkarılması ve turizm endüstrisinin serbestliği bu hayatı tehdit etmiş olabilir. Buşmanları atalarından kalma topraklarından kovan hükûmet şimdi turistleri internet sitesinde “Son Cennet” diye vaftiz ettiği topraklara davet ediyor.

 

Sömürgecinin kurucu mitosu

 

Bu yaban hayat parklarının öncüleri, Britanya’da aristokrasinin kendisi için kurduğu geyik parkları ve diğer yeryüzü cennetleriydi. Buckinghamshire’de 1740’larda Whig Partisi’ne mensup siyasetçilerden Lord Cobham adına Capability Brown tarafından peyzaj tasarımı yapılan Stowe bahçelerinde, kadim Yunanlıların cennetine gönderme yapan “Elis Tarlaları” diye adlandırılan bir vadi vardır.

 

Cennetin tam ortasındaki ağaçlar arasında gizlenmiş bir kiliseye rastlarsınız: Araziye giden yolları açmak amacıyla temizlenen köylerden kalan tek izdir bu. Britanya Ulusal Vakfı’nın (National Trust) tüm yayınlarını baştan aşağı tarasanız da burada ya da Vakfın koruması altındaki öteki büyük arazilerde bir vakitler yaşamış olan insanlara ilişkin tek bir referans bulamazsınız. Britanya’nın en büyük Hükûmet Dışı Kuruluşu, cennetin tarihini anlatmakta, cehenneme ise tümüyle gözlerini kapamaktadır.

 

Sanal Cennetlerimizi inşa ederken biz de tastamam aynı yollarla kendimizi aldatmaktayız işte. Paul Gauguin kendi masumiyet bahçesini güney Pasifik’te arıyordu; ama bula bula, Fransız sömürgeciliğinin ve tenasül hastalıklarının harap ettiği bir toplum buldu. Ama gene de, tıpkı Constable gibi, cenneti resmetti: National Gallery’de sergilenen tablosu büyük ölçüde bir Cava tapınağındaki duvar kabartmalarından (frieze) kopya edilmiş, onun akıl sır ermez cennetine de Gaugin kendi semavî Tahitililerini yerleştirmişti.

 

 Boucher, "Değirmenli Manzara"(Detaylı görüntülemek için tıklatınız)

Bütün sergide insanı belki de en çok rahatsız eden resim, François Boucher’nin “Değirmenli Manzara” tablosu. 1755 yılında Fransa’da kırsal alanlarda köylüler mısır püskülleri, ot ve meşe palamudu yiyerek hayatta kalmaya çalışıyorlardı. Oysa, Boucher’de tombul kızlar tiril tiril beyaz keten giysileri içinde ortalıkta salınıyor, oğlanlar da nehir kıyısında pastoral bir sevk-ü sefa ortamında keyif çatıyor. Anlaşılan, tablo büyük toprak sahiplerinden birinin duvarlarını şenlendirsin diye yapılmış.

 

Bugün, böylesi yalanların televizyon ekranlarında mütemadiyen tekrarlandığını görüyoruz: Gezi ve doğal hayat programları, beyaz adamın oyun alanında herşeyin

yolunda olduğu konusunda bizi kandırmak üzere tasarlanmış. BBC’nin Kongo üzerine, oradaki katliamlar devam ederken, onların ortalık yerinde çektiği son belgesel dizide izleyiciye şöyle bir bilgi veriliyordu: “Kongo bir zamanlar ‘karanlığın yüreği’ diye bilinirdi belki; ama şimdi burası pırıl pırıl, güzel bir yaban eline çok daha yakın görünüyor.” Dizide Kongo’daki katliamlardan tek kelimeyle olsun bahsedilmiyordu.

 

Cennet, sömürgecinin kurucu mitosudur. Yaptığımız işin gerçekliği üzerinde düşünüp taşınma yetisine sahip olmadığımız için, adeta bir dipsiz kuyu olan toplu suçumuzdan, ezelî bir masumiyet hikâyesi çıkarıyoruz biz de. 

 

Çeviren: Ömer Madra